Hep öyle olur zaten. En uzak adreslere, deniz aşırı ülkelere, uçakla 10 saat mesafelere gidersin ama burnunun dibindekini hep ertelersin. 'Aman nasıl olsa oraya her zaman gidilir' psikolojisi olsa gerek. Ağva'ya bu kadar yakın oturmakta olduğumuz son 8 sene içinde ilk kez dün, yani 9 Mayıs Pazar günü evimize sadece 1 saat 15 dk mesafedeki Ağva'ya gittik. Aslında Ağva'nın benim için cazibesizliği, İstanbullunun nispeten kolay gidebildiği, dolayısı ile kolay kirletebildiği, pek de zorlanmadan Türk işi 'doğadan kaçış' trajedyasına sahne yapabildiği güzelliği hırpalanmış, cazibesini yitirmiş halinden kaynaklanıyordu uzun zamandır. Neyse, tüm bunları bir kenara bırakıp bisikletleri itinayla yükledik (Her ne kadar bu fotoda öylesine üst üste atılmış gibi görünse de :) ve yola çıktık.
Bizim evden Ağva'ya gidişin en güzel tarafı, irili ufaklı köylerin içinden geçmek ve yol boyu yöre insanın kendi mahsüllerini sattığı tezgahların önünde duraklayabilmek. Bu teyzem de bilumum köy mahsulü ve semaver çayı satıyordu yol üstünde.
Yol üstündeki 'Şelale' tesisinden bir kare.
Ağva sahil
Koca Dere'nin Karadeniz'e döküldüğü yer. Karşı yerleşimler ve fotoda görünmeyen sağ taraf Ağva merkezi oluşturuyor. Sırtım plaja bakıyor.
Ağva'ya güzelliğini veren tabii ki içinden geçen Koca Dere. Dere boyu karşılıklı restaurantlar ve konaklama tesisleri mevcut.
Ağva denince fotoğraflarda ön plana çıkan Aqua Verde oteline de bir göz attık. Fotoğraflarında daha güzel görünen bir yer.
Robin's Hut otele de girdik. Bu kare otelin girişinden.
Dere boyu karşılıklı basit teleferikler var. Gezerken bir anda derenin karşı kıyısındaki restaurant ilginizi çekerse teleferiğe binip zili çalıyorsunuz ve karşı tarafa transfer oluyorsunuz. Sol kıyı boyunca bisiklete binerken, aradığımız yerin karşı kıyıdaki Paradise Otel&Restaurant olduğunu anladık ve teleferikle karşıya geçerek akşam yemeğimizi burada yedik. Türk tipi doğaya kaçış, Türk tipi turizm vb diyorum zaman zaman. Bu konuyla ilgili ayrı bir yazı yazmam lazım belki ama Türk tipi turizmin en belirgin özelliklerinden biri, sahil kasabası-deniz kenarı diye gittiğiniz bir beldede deniz balığı bulunan bir restaurant bulunmamasıdır. Aç gözlü işletmeci zahmeti sevmediğinden, çiftlik balığını en yüksek fiyata vermeye çalışır ve zaten balıkçı da denizlerdeki balığı kurutmuştur ve gerçek deniz balığı kalmamıştır Türk'ün denizinde. Dolayısı ile deniz balığı nerede yerim diye sora sora Paradise Otel diye bir yer öğrenir ve arar bulursun. Haliyle orası da ince sesli tıknaz garsonun 'tam menüleri yeniliyoduk da, menümüz yok' diyerek eline yazılı bir fiyat listesi vermeyi baştan reddettiği ve dolayısı ile ziyaretinin sonunda vereceği öpücüğün boyutlarını kestiremediğin bir yerdir. Dere'nin iç taraflarında izole ve bakir kalmayı başarmış tek tük dere evleri mevcut. Karşı kıyıdan çok huzurlu görünüyorlar.
Keşke bütün Ağva böyle olsa.
Tüm gün boyu bisiklet ve yürüyüş parkurunda epey bir km pedal yaptık.
Balıkçının kedisi
Dönüşten hemen önce sahil-liman tarafındaki Bahçe Cafe'ye uğrayıp birer kahve içtik ve masalara bırakılmış şiirlere bir tane de biz ekledik. Orhan Veli'nin en güzel şiirlerinden birini yazdık peçeteye. Tekrar gider miyiz, masamızda şiirimizi bulur muyuz, kim bilir.
Turkuaz bisikletimizin en altta canı çıkmış ama olsun:)
YanıtlaSilBir de restorant ve menülerle ilgili paragrafa bittim %100 doğru tespit:))